0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

24. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“İLHAM PERİSİ”

 

UZUN YILLAR ÖNCE.

Panzehri sevgi olan tek zehir kıskançlıktı.

Küçük elini kaldırdı, avuçiçini puslu cama yasladı ve damarlarının gerilişini hissetti. Avcunda bir kesik vardı, canı acımıştı ama yüzünde bu acıdan eser yoktu. Kirpiklerinin arasındaki hareler kısıldı ve gökyüzünün rengine dikkat kesildi; çocukların dışarıya çıkıp oyunlar oynayamayacağı kadar karanlık bir geceydi.

Zaten Hazer'in dışarı çıkma yasağı vardı.

Babası, on yaşındaki bir çocuğun kurallarla eğitilebileceğine inanıyor ve bu yüzden Hazer bir düzine kuralla yaşıyordu. İstediği her an dışarı çıkamazdı, bu kurallardan biriydi. Babası, onun yapması gereken her şeyi yazılı kurallarmış gibi kendisine emrediyor, Hazer'e karar verme gibi bir lüks tanımıyordu. On yaşındaydı, henüz çocuktu ama dışarı çıkıp eğlenmeye izni yoktu. Yalnızca okulda, ders aralarında arkadaşlarıyla eğlenmek istiyordu ama vahşi olduğu için genelde arkadaşları ondan uzak duruyordu. Avcundaki kesik de bir arkadaşıyla kavga ederken olmuştu ama neyse ki babasına haber verilmemişti. Bunun için öğretmenine çok yalvarması gerekmişti.

Elini pencere camından çekti ve arkasını dönerek odasındaki masaya ilerledi. Ödevlerini ve çizimlerini bitirmişti, canı çizgi film izlemek istiyordu ama babası belli saatler dışında televizyon izlemesini de yasaklamıştı. Küçük yumruğunu sıktı ve üzgün üzgün odasının duvarlarına baktı. Neden bu kadar yalnız hissediyordu?

Odasını süzdü; toplu, muntazam, temiz bir odası vardı ve annesi ondan temiz, dağıttığını toplayan bir çocuk olmasını istediği için Hazer arkasında dağınıklık bırakmıyordu. Uzandı, masanın üzerindeki kalemlerini kaldırdı ve dağınıklığı topladıktan sonra kapıya ilerledi. Işığı kapatarak odadan ayrıldığında büyük, geniş hole baktı. Anne ve babası alt katta, kahvelerini içiyor olmalıydı.

Merdiven basamaklarını inerken, evdeki yardımcının yukarıya çıktığını gördü. Yanından geçerken elini uzatmış, saçlarını okşamıştı. Annesinden başka kimse ona böyle sevgi göstermediği için utandı ve kalan merdivenleri kızara kızara indi.

Son basamakta durduğunda üstüne başına çekidüzen verdi. Babası dağınık görünmesinden hoşlanmazdı. Gömleğinin yakalarını düzeltirken bakışlarını salona çevirdi ve babasıyla annesinin koltukta oturduğunu gördü. Altdudağını ısırarak dergi karıştıran annesini izledi; çok güzeldi.

Bakışları diğer koltukta oturan babasını bulduğunda kalbinde bir sıkıntı hissetti ve önce sol, sonra sağ eli yumruk oldu. Küçük kardeşi babasının dizinde oturmuş ona bir şeyler anlatıyordu; babası ise dikkatle onu dinliyordu. Babası kendisini kucağına almaz, onunla gerekenden fazla diyalog kurmaz veyahut elini başına götürüp saçlarını okşamazdı. Fakat tüm bunları kardeşine yapıyordu ve Hazer buna şahit olduğunda ışık almayan bir evin içindeymiş gibi hissediyordu. Kardeşi daha mı usluydu? Ne yapmıştı ki babası, kardeşini sevdiği kadar onu sevmiyordu?

Kardeşi... Onu öyle kıskanıyordu ki… Buna rağmen kardeşini seviyordu ve onu izlerken gülümsemeden edememişti.

"Hazer?"

Annesinin sesini duyunca telaşlı gözleri annesine döndü. Üzerinde ipek bir bluzla siyah etek vardı ve saçları dalgalı halde omuzlarına dökülüyordu. "Bebeğim?" dediğini duydu. "Neden orada duruyorsun? Yanımıza gelsene."

Son basamağı da inerken annesinin yanına gitmeyi düşündü ama o sırada babasının sesini duydu. "Ödevini bitirmiş mi ki gelip bizimle oturacak?"

Bakışlarını tekrar babasının çelik kadar sert gözlerine çevirdi ama o bakışların sertliğinden ürktü. Buna rağmen gururla omuzlarını dikleştirdi. "Bitirdim baba." Hevesle ekledi. "Hepsini doğru yaptım hatta! Getirip sana göstereyim mi?"

Babası kardeşinin kumral saçlarını okşarken, "İstemez," dedi ve önüne döndü.

Hazer'in kalbi bir kez daha kırıldı.

"Getir bana göster anneciğim."

Omuzlarını hırçınca kaldırıp indirdi ve mutfağın yolunu tuttu. Yumrukları o kadar sıkılaşmıştı ki tırnaklarının elinde iz bıraktığını hissediyordu. Boğazı düğüm düğüm olmuştu. Ağlamadan önce de böyle hissederdi ama Hazer artık bir şeyin farkındaydı: Acılar sıradanlaştıkça gözyaşları akmayı bırakıyordu.

Mutfağa girdi ve etrafını kolaçan etti. Hızlı adımlarla buzdolabına ilerledi ve açıp aradığını bulmaya çalıştı. Babasının dikkatini çekecekti, belki canının acıdığını düşünürse onun için üzülürdü.

Dolaptan salçayı çıkardı ve tezgâha koşturdu. Salçanın kapağını güçlükle açarak parmağını içine uzattı ve biraz alarak sol kolunun üzerine sürdü. Kesik gibi görünmesini istiyordu, bu yüzden abartmamaya dikkat etti ve işi bittiğinde salçayı tekrar dolaba kaldırdı. Çekmeceden bir bıçakla dolaptan elma çıkardı ve elmayı beceriksizce dilimledi. Babasına, elmayı dilimlerken kolunu yanlışlıkla kestiğini söyleyecekti.

Söyleyeceği yalandan ötürü yanakları kızardı. Yapmasa mıydı? Kafasını salladı, yapacaktı. Derin bir nefes aldı ve ardından acı çektiğini gösteren yalancı bir çığlık dudaklarından kaçtı. Yüzü utançla yanarken mutfağı terk etmek üzere koştu ve hole çıktığında babasının yerinden kalktığını gördü. Kardeşi de ayaktaydı ama annesi yoktu. Yukarı mı çıkmıştı? "Kolumu kestim! Ah, baba çok acıyor. Bak, bak..." Babasının yanına vardığında onun yüzünü görmek için başını arkaya yatırdı ve gerçek bir acı çekiyormuş gibi ona baktı. "Elma keserken oldu, nasıl oldu anlamadım.”

Kardeşi kendisine doğru koşup bacaklarına sarıldığında Hazer kardeşine hissettiği sevgiden bir kez daha emin oldu. Kardeşi üzülmüştü. "Nasıl kestin kolunu? Çok mu acıyor?"

Kardeşi koluna üflemeye çalışırken babası dikkatle ona bakıyor ve Hazer bu bakışların altında titriyordu. İnanmamış mıydı? Neden hiç üzülmüş gibi görünmüyordu? Babası tek dizinin üzerine çökerek ona doğru uzandığında Hazer beklenti ve mutlulukla doldu. "Bıçağı eline almasaydın kolunu kesmezdin." Babası eliyle bileğini tuttuğunda Hazer'in kalbi endişeyle sıkıştı. "Şimdi seni hangisi için cezalandırayım?" Babası iri elinin tersiyle kolundaki salçayı sertçe sildiğinde Hazer kalbindeki ilk taşlaşmayı hissetti. Babası teninde bir kesik olmadığını görmüştü. "Ucuz, aptal yalanın için mi yoksa kardeşini korkuttuğun için mi?"

"Varsa yoksa o…”

"Bıktım senin bu kıskançlığından da yalanlarından da!"

Hazer titreyerek kafasını sallarken babasının elini kaldırdığını gördü. Başlarda sevgiyle dolu kalbi önce katılaşmıştı, şimdi de taşlaşıyordu. Kalkan el sol yanağıyla buluştuğunda zayıf vücudu bu sert darbeye dayanamadı ve yere yapışırken başı merdiven basamağının çıkıntısına çarptı. Babası bağırarak kardeşini kıskandığı için aptalca davrandığını ve bunlara son vermesi gerektiğini söylüyorduKardeşi korkudan koşup çoktan masanın altına girmişti ve Hazer düştüğü yerde, başından akan sıcak sıvıyı hissediyordu.

Annesinin geldiğini, babasına bağırdığını, kardeşinin ağladığını fark etti ama donuk bakışlarıyla ilerideki bir noktaya bakmaya devam etti. Annesi onu kaldırmış, kucağına almaya çalışıyordu ama Hazer tepki veremiyordu. Annesinin elini başının arkasında, kanamaya başlayan yerde hissetti ve artan kavga seslerini duyarken sadece sustu.

Hazer artık biliyordu; kalbi defalarca tamir edilse bile eskisi gibi olmayacaktı.

Kalbi, babasına ömür boyu küs kalacaktı.

Duygularımı koruyabilirdiniz ama onları paramparça etmeyi seçtiniz.

Küçükken yıldızlara şarkılar söylerdim. Hatta gökyüzündeki en büyük yıldıza babamın adını vermiştim ve hayatımın bir kısmında hep gece olmasını, babamın gökyüzünde görünmesini beklemiştim. Öyle mutlu hissederdim çünkü babamın bir şekilde beni duyduğuna inanırdım ve o iri yıldız kaybolana dek uyumadan beklerdim. Sabah olduğunda o yıldızı göremezdim ama gece olacağını, yıldızın tekrar görüneceğini bildiğimden mutlu olurdum.

Artık gökyüzünde iri bir yıldız daha vardı ve adı Hazer'di.

Misafir odamdaki aynada nasıl göründüğüme baktıktan sonra odadan çıktım ve göz ucuyla etrafta Hazer'i aradım. Dün gece yaptığımız konuşmadan sonra burada kalmıştım. Babamla ilgili gerçeğin üzerinde çok durmamıştık ama ikimiz de bu sebeple hüzünlü uyumuştuk.

Uyanalı bir saat olmuştu ve Hazer’i göreceğim için heyecanlıydım. Merdivenlerden inip son basamağa geldiğimde Hazer'in paltosunu giydiğini gördüm. Demek işe gidiyordu. Kahvaltısını yapmış mıydı? Huzursuzca arkasından yaklaşırken paltosunun yakalarını düzeltmesini izledim. Hazer dağınıklıktan hoşlanmadığı gibi dağınık görünmekten de hoşlanmıyordu. Uzanıp beresini aldı ve saçlarını bozmamaya dikkat ederek taktı; her nedense bu çabası içimde bir şefkat uyandırdı. Arkasından sessizce ona yaklaşırken Hazer ayakkabılarını almak için eğildi. Yaklaşıp duvara yaslandım ve baştan aşağıya onu süzdüm. Saçlarını yine kısaltmıştı ve tam bununla ilgili bir takıntısı olabileceğini düşünürken bakışlarım Hazer'in ensesinde donup kaldı.

Saç bitiminde, saçlarının bir kısmını kapattığı bir yara vardı.

Dudaklarım hayretle aralandı ve vücudum kontrolsüzce ona yaklaştı. Tam arkasında durarak elimi kaldırdım ve parmaklarımı o yaraya yumuşakça bastırdım. "Ne oldu sana böyle?"

Dokunuşum ve fısıltım Hazer'in kaskatı kesilmesine sebep oldu. Parmaklarımın altında kalan yaranın pürüzlü dokusunu hissetmiştim. Benim de orada bir yaram varmış gibi canım acıdığında Hazer'in yutkunduğunu duydum"Öyle... eski bir yara." Gerilmiş olsa da kibarlığından ödün vermedi ve başını yavaşça çekti. “Uyanmışsın.”

“Evet.”

Parmaklarımı çektiğimde Hazer beresini hızlıca düzeltti ve saçlarıyla yarasını kapattı. Hüzün, göğsüme diken gibi batarak oraya sızı bırakıyordu. "İyileştirmek isterdim," diye fısıldadım yarasını kastederek.

Ellerini beresinden çekerek omuzlarını dikleştirdi. Bana değil, kapıya bakıyordu. "İyileşmesini istemedim, hatta iyileşmesin diye oradaki kabuğu soyduğumu hatırlıyorum. Aksine bu yarayı onun gözüne sokmak istedim ama... gördüğünde bile üzülmedi ki."

Kimden, hangi olaydan bahsettiğini anlamamıştım ama canını yakan şeyin ne olduğunu merak etmiştim. Bir adım atarak önüne geçtim ve onunla göz göze gelmeye çalışırken, "Mazi canını yakıyorsa," diye fısıldadım. Çünkü sözkonusu olan eski bir yaraydı. "Elimi yaranın üzerine koyarım. Hâlâ iyileşmesini istemediğin bir yara mı yoksa eskiden mi öyleydi?"

"Üzerinden çok zaman geçti," dedi sessizce. "Ben... görülmemesi için saçlarımla orayı kapatıyordum ama sanırım biraz fazla kesmişim saçlarımı." Dudaklarını birbirine bastırarak sustu ve sanırım bakışlarıma daha fazla dayanamayarak en nihayetinde gözlerime baktı. Amber gözleri ayna gibiydi, aksimi görüyordum. "Hem sen elini elime koy, yüzüme koy, getir saçlarıma koy... Ne işi var o elinin çirkin yaralarımın üzerinde..."

"Çirkin deme."

Derin bir nefes verdi ve dudakları hafifçe titrerken gözlerini kırpıştırdı. Üstelemedim, fazla bir şey sormadım ve o eğilip ayakkabılarını giyerken bakışlarımı ensesine çevirmemek için direndim. Zaten bereyle kapatmıştı, istesem de göremezdim ama bundan sonra gözlerimin hep oraya kayacağını biliyordum.

Ayakkabılarını giyip doğrulduğunda ne yapacağımı bilemeyerek bakışlarımı etrafta gezdirdim. Saat erkendi, o her zamanki gibi şirkete geçiyordu ama benim kurstan önce yapmam gereken bir şey yoktu. Bakışlarım dönüp dolaşıp tekrar onunla buluştuğunda Hazer de vedalaşacağımızı anlamış gibi duraksadı. "Ders vaktimize kadar evde mi kalacaksın?"

"Senin için mahsuru yoksa kalmak isterim."

"Kerem'e senin için taze çörekler aldırdım. Ye, olur mu?"

Mahcubiyet omuzlarıma çökerken Hazer'in bakışlarındaki hevesi gördüm ve başımı salladım. Dikkatle baktı ve yüzünü yüzüme haddinden fazla yaklaştırdı. Sırtım arkadaki portmantoya yapışırken Hazer'in gözlerindeki renk birkaç ton koyulaştı. Beni portmantoyla kendi bedeni arasına hapsederek ılık nefesini yüzümün her yerinde dolaştırdı. Karnımdaki düğüm büyüdü ve ağzımın için kupkuru oldu.

"Çok tatlısın.”

Destek almak, bir yere tutunmak için elimi indirdim ve bileğinden sıkıca tuttuğumda parmaklarımın altında ona aldığım bileklikleri hissettim. Aslında bileklik değil, iki ipti ama takması beni öyle mutlu ediyordu ki. Başımı eğerek gözlerimi bileğine çevirdim ve başparmağımla bileklikleri okşadım. Yeniden onunla göz göze geldiğimdeyse hiç ummadığım bir şey yaptı ve bileğini kaldırarak dudaklarını az evvel okşadığım bilekliğe bastırdı.

Gülümsedim ve uzaklaşıp siyah paltosuyla evden ayrılmasını izledim.

Arabaya bindi. Kerem çoktan şoför koltuğuna yerleşmişti. Araba hareket ettiğinde egzoz birikintisi sisli havanın içinde duman misali yükseldi ve bahçe kapısının önünden ayrıldı. Gitmişti.

Kapıyı kapattıktan sonra mutfağa geçtim. Fark ettiğim bir şey vardı: Hazer bana güveniyor ve inanıyordu çünkü evini bana bırakıp gidebiliyordu. Mutfağa geçtiğimde tezgâhın üzerindeki çörekleri gördüm ve gülümseyerek buzdolabına yaklaştım. Kendime bir içecek doldurarak bar taburelerinden birine oturdum ve sıcak çörekleri yemeye başladım.

Kısa sürede çörekleri yiyip içeceğimi içtim ve dağınıklığımı toplayarak mutfaktan çıktım. Salona geçtim ve koltuğa oturarak telefonumu karıştırdım. Gazel’le konuşmak istiyordum, son zamanlarda onu ihmal ettiğimi hissediyordum ve buna bir son vermeliydim. Rehbere girerek onu aradım ama yanıt alamadım. Çalıyor ama bakmıyordu.

Telefonumu cebime atarak üst kata çıktım. Banyoya girip ellerimi yıkayıp dişlerimi fırçaladıktan sonra odaya uğradım ve herhangi bir şeyimi bırakmadığıma emin olarak çantamla yeniden alt kata indim. Hazer'e evde kalacağımı söylemiştim ama Gazel'i görmem gerekiyordu. Montumla ayakkabılarımı giydikten sonra atkımı da boynuma sardım ve dışarıya çıkıp kapıyı kapattım. Arkamı döndüğümde görmeyi hiç beklemediğim birini gördüm. Behram karşımdaydı.

Bu ani karşılaşma ikimizin de duraklamasına sebep oldu ve Behram bana bir baş selamı vererek bakışlarını çektiğinde, "Merhaba," diyebildim rahatsızca. Sabahın bu saatinde evden çıktığım için gece burada kaldığımı anlayıp anlamadığını bilmiyordum ama bana karşı bakış açısının değişmesini istemiyordum. Bu yüzden hafifçe tebessüm ettiğini gördüğümde rahatladım.

"Merhaba."

"Hazer'i görmeye mi gelmiştin?"

Başında siyah bir bere, üzerinde aynı renkte palto vardı. "İşe geçmeden önce onu yakalamak istiyordum ama..."

Ellerimi iki yana açtım. "Maalesef geç kaldın.”

Omuzlarını düşürdü. "Kar yolu kapatınca trafik aksadı. Kısmet değilmiş artık ne yapayım."

Başımı salladım ve onunla bahçenin çıkışına yönelirken sessiz kaldım. Bahçe kapısından çıktığımızda, "Çıkalı çok olmadı, istersen peşine düş,” diye mırıldandım.

"Çok acil bir mevzu değil. Sen bir yere mi gidiyorsun?" diye sordu sıcak ama mesafesini koruyan bir şekilde. "Arabamla geldim, gideceğin yere kadar bırakayım. Malum hava çok soğuk, böyle bırakıp gitmek olmaz şimdi seni."

Tebessüm ettim. "Delikanlılığa sığmaz mı diyorsun?"

"İnsanlığa sığmaz diyorum."

Ah, tabii öyleydi. İtiraz edemeyince arabasının arka koltuğuna yerleştim.

"Nereye gidiyorsun? Yolu tarif edebilir misin?"

Gerildim. "Gazel'in evine."

Bir an arabanın teklediğini hissettim ve dikiz aynasından baktığımda Behram'ın alnını ovaladığını gördüm. Bir anda beti benzi atmıştı. Cevap vermedi; zaten ben de bir şeyler demesini beklemiyordum. Tamam, yüz yüze gelecek değillerdi. Korkmamaya çalışarak ellerimi ovdum ve Tanrı'dan kimsenin incinmemesini istedim.

Araba Gazel'in Galip’le yaşadığı evin sokağına girdi ve yarım dakika sonra evin önünde durdu. Kaygılarımı yatıştırmaya çalışarak bakışlarımı şoför koltuğuna çevirdim. "Teşekkür ederim Behram, çok iyisin."

Behram teşekkürleri geri çevirmezdi ama bu kez cevap vermediğinde koltuğumda ileri kaydım ve onun dikkatle camdan dışarı baktığını gördüm. Ben de meraklı bakışlarımı oraya çevirdiğimde suratıma bir tokat yemişim gibi kalakaldım. Gazel dağılmış saçları ve yaralanmış yüzüyle arabanın tam karşısında duruyordu. Üzerinde bir peluş mont vardı ve elindeki ekmeği göğsüne bastırırken en az bizim kadar şaşkın görünüyordu. Suratındaki izi görmek, vücudumun buz kesmesine ve ellerimin hayretle açılan ağzıma gitmesine sebep oldu. Elmacıkkemiğinin üstü mosmordu.

"Bu ne?" Behram'ın sesindeki kontrolsüz öfke kalbimdeki endişeyi ikiye katladı. "Bu ne ulan!"

Kendimi, nasıl olduğunu bilmeden arabadan dışarıya attım ve ona doğru koşmaya başladım. Gazel donmuş bir halde arabanın içine bakıyor, saçları yüzünü örterken kafasını iki yana sallıyordu. Onun yanına vardığımda kollarını iki yanından tuttum ve onu kendime çevirirken, "Gazel?" dedim korku içinde. "Tanrım! O yaptı, değil mi?"

İrkilerek yüzünü bana çevirdiğinde gözlerinin üzerinde puslu bir tabakanın olduğunu gördüm. Ağlamak üzereydi. Saçları yüzüne savrulurken, "Git," dedi. Sesinde kaybın gölgesi vardı. "Onu da götür Safir! N'olur gidin, olabileceklerden çok korkuyorum."

"Nunca![1]" Boğazıma bir duygu batıyordu. Elimin birini kolundan çekip yüzüne yaklaştırdım ve mor izin üzerine yumuşakça dokundum. "Seni onunla bırakıp gitmeyeceğim! Hadi, buradan beraber gideli..." 

"Seni de incitmesini istemiyorum," diye karşı çıktı. Korku içindeydi. "Sonra gelirim, konuşuruz. Şimdi ol..."

"Hayır," diye karşı çıktım bir kez daha, taviz vermeyen bir sesle. "Seni buradan alıp götürmek beni incitecekse inan razıyım. Yeter ki sen güvende ol."

"Safir..."

Gazel'in bakışları omzumun üzerinden arkaya dönerken bir kapının açılma sesi kulaklarımı doldurdu. Behram arabadan inmişti, onu görmek için başımı arkaya çevirdim ve Gazel bu boşluğumdan yararlanarak benden uzaklaştı. Behram'ın buraya döndüğünü gördüğümde endişe içinde tekrar önüme döndüm ve Gazel'in eve koştuğunu gördüm. Onu burada bırakamazdım, bu kalbimin yarısını çıkarıp Galip'in eline vermek olurdu.

Tam arkasından koşacakken Behram'ın hızla ilerlediğini gördüm. Kocaman adımlarıyla Gazel'e yetişip önüne geçtiğinde şaşkınca duraksadım. Gazel'den biraz uzundu ve baktığımda Gazel'in sırtını, Behram’ınsa yüzünü görebiliyordum. Gazel utancından onun yüzüne bakamıyordu. Doğrusu Behram'ın da onun yüzüne baktığı yoktu ya... Çok gergin bir suratla doğrudan önüne bakarken, "Hastaneye gidelim," dedi. Sesinden itiraz kabul etmeyeceği belli oluyordu. "Yüzüne baksınlar, merhem alalım."

Konuştuğunda Gazel'in sesi o kadar ürkekti ki koşarak gitmek ve ona sarılmak istedim. "O gece yaptıklarımdan sonra hâlâ benim için endişelenebiliyor musun?"

"Hastaneye gidelim," dedi tekrar Behram, aynı ses tonuyla. "Arabaya geç lütfen."

"Eve girmem lazım. Lütfen gidin..."

"Abinin seni dövmesini hoş karşılayıp öylece gideceğimi mi sanıyorsun?" Behram'ın sesi yükseldiğinde bulunduğum yerden Gazel'in titreyen omuzlarını gördüm. "Sana bağırmıyorum. Titreme... Arabaya geç, gidelim."

"Olmaz."

"Neyden korkuyorsun?" Behram elini ensesine atarak bakışlarını sabırsızlıkla etrafta gezdirdi. "Nasıl kıyabildi? Yumruk atmış ya resmen!"

Behram'ın cümlesi bitmişti ki gürültülü bir ses çıktı ve gözlerimi çevirip baktığımda Galip'in sokak kapısını açtığını gördüm. Tanrım! Kaygı nefesimi kesti. Kendimi korku dolu bir filmin içinde hissettim ve titreyerek Gazel'e yürüdüm. O da benim gibi Behram'ın omzunun üzerinden Galip'e bakıyordu. Behram her ikimizin bakışlarını takip ederek sokak kapısına döndüğünde beklenen sonun geldiğini hissettim.

"Gidin," dedi Gazel hızlıca, benimle aynı sebepten ötürü endişe duyarak. Hızla Behram'ın yanından geçti ve bahçe kapısına yöneldi. Galip bana, Behram’a ve Gazel'e anlamsızca bakarak ileri doğru bir adım attığında hareketlenecek oldum ama Behram benden önce davrandı. "Sana hastaneye gidelim dedim Gazel."

Gazel, ikisinin arasında donup kaldığında Galip cevap isteyen gözlerle Gazel'e baktı ama onun sessiz kaldığını gördüğünde çıldırmış gibi Behram'ın üzerine yürüdü. "Sen kimsin lan?"

Tanrım! Behram'ın bocaladığını hissettim. Tam Galip'in karşısında duruyor, hiç olmadığı kadar öfkeli görünüyordu. "Benim kim olduğumun şu an bir önemi yok," dedi doğrudan. "Seninle başka şartlar altında tanışmak isterdim ama kısmet değilmiş. Asıl sen söyle, nasıl bir ab..."

Gözlerinden yaşlar boşanırken, "Lütfen!" diye bağırdı Gazel. Galip'i dirseğinden tutup eve doğru çekmeye çalıştı. "Eve girelim!"

"Dur bir!" diyerek kükredi Galip. Behram'ın kim olduğunu bilmemek ve Gazel'i koruduğunu görmek onu çıldırtmıştı. "Gazel’le nereden tanışıyorsunuz? Ne haltlar dönüyor lan?"

"Ağzını bozma," diye uyardı Behram. Bağırmıyordu ama her harfi öyle vurguluyordu ki etkilenmemek elde değildi. "Beni tanımak istiyorsun, seninle tanışmak isterdim ama ona vurduğun o eli sıkmayacağım! Gazel'i alıp hastaneye götüreceğim. Sen de dur ve yaptığının ne kadar iğrenç olduğunu düşün. Allah korkusu yok mu sende?"

İşler iyice çıkmaza giriyordu ve gözümün önünde bir savaş çıkmasına nasıl engel olacağımı bilemiyordum. Gazel, Galip'i içeriye çekmeye çalışıyor, bir yandan da korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Biraz daha konuşulsa her şey açığa çıkabilirdi ve şu an kesinlikle doğru zaman değildi. 

"Gazel, kim bu adam kızım?" Galip'in yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu ve dişlerinin arasından konuşuyordu. "Ne zırvalıyor? Cevap versene! Nereden tanıyorsun bu adamı?"

Gazel onun hiddetinden ürkerek bir adım gerilediğinde, "Bağırma," dedi Behram. "Zaten yeterince ürkütmüşsün."

"Sana ne lan, sana ne!" diye kükreyen Galip tam Behram'a atılıyordu ki ondan önce davrandım ve fırlayarak aralarına girdim. Galip havaya kalkan ellerini indirdi ve bir adım gerilerken öfkeli bakışlarını bana sabitledi. "Sen yok musun sen! Senin başının altından mı çıktı bunlar?"

Kabalığı tüylerimi diken diken etmiş olsa da onunla iletişime geçmedim ve Behram'a dönüp telkin edici bir sesle konuştum. "Lütfen arabaya git. Gazel'i alıp geleceğim."

Behram kararsızca gözlerime baktı. "Hemen gelin Safir."

Başımı salladım ve Behram kararsız adımlarla uzaklaşırken Galip'in Gazel'e dönüp hesap sorduğunu duydum. Bunun daha fazla uzamasına izin veremezdim. "Eğer şimdi Gazel'in benimle gelmesine müsaade etmezsen polis çağıracağım."

Galip bir an durduktan sonra başını omzunun üzerinden bana çevirdi. Bu fırsattan yararlandım ve onunla mesafemi koruyarak Gazel'in koluna uzandım. Onu kendime çekerek arkama aldığımda Galip'in gözleri seğirdi. "Polisi mi arayacaksın?"

Gazel’i iyice yanıma çekerken başımı salladım. "İtibarın madem çok önemli, gazetelere kadına şiddetten manşet olmak istemezsin diye düşünüyorum. Lütfen daha fazla kabalaşma."

Galip yumruklarını sıktığında kendimden emin görünmeye çalışarak arkamı döndüm ve tebessüm ederek elindeki ekmeği aldım. Uzattığım ekmeği sinirle aldığında daha fazla konuşmadan Gazel’le arabaya ilerledim. İlk birkaç saniye Galip'in bunu kabul ettiğine inanamadım, peşimize düşeceğini düşündüm ama biz arabaya varana kadar hiçbir şey yapmadı.

Arka koltuğun kapısı açıktı, Gazel'e binmesi için yardım ettim ve onun ardından koltuğa yerleştim. Sanırım itibarının zedelenme ihtimali Galip'i durdurmuştu. Koltukta Gazel'e dönerken araba çalıştı ve hızla yola koyuldu. Gazel'in ellerini tutup onu kendime çektim ve iç çekişlerle sarsılan omuzlarını okşadım. "Özür dilerim," diye fısıldadım. "Geç kaldığım için çok özür dilerim."

Gazel hiçbir şey demedi, sadece başını omzuma bırakarak ağladı. Behram bir şey sormadı, arabayı bir eczaneye sürdü ve inip merhem aldı. Ona sessizce teşekkür ettiğimde oldukça mahcup göründü. Sanırım dakikalar önceki öfkeli halinden utanmaya başlamıştı. Devamında hiç konuşmadık. Ben merhemi Gazel'in yarasına sürerken arabayı isteğim üzerine benim evime sürdü.

*

Sessiz yolculuk evimin önünde son bulduğunda Gazel arabadan kaçar gibi inmişti ve ben de Behram'a teşekkür ederek onun ardından inmiştim. Biz eve girene kadar beklemişti ama eve girdiğimizde uzaklaşmıştı. Kendimi hâlâ şok içinde hissediyordum. Gazel’le salona geçtiğimizde neredeyse bir bombanın patlayacağını yeni idrak ediyor gibiydim. Salona geçtim ve geçenlerde aldığım ısıtıcıyı prize takarak çalıştırdım.

Bir müddet yan yana, minderin üzerinde oturduk.

Gazel ağladığında ona söylemem gerekenler dilimin ucuna geldi. Galip ve Behram biraz daha tartışsa, Behram bir defa abisi olduğunu söylese her şey çok korkunç olacaktı. Bombayı son anda imha etmiştik ama o bomba hâlâ avuçlarımızın içindeydi ve önlenemez bir felaketin yaklaştığını hissediyordum. "Ne olur," dedim. "Ne olur bu felaketin önüne geç.”

"Onu kaybedeceğim... Kaybetmek istemiyorum."

Gözlerine cevap ararcasına baktım. "Hangisini kaybetmek istemiyorsun?"

"Sence?"

Cevabı bildiğim için sustum, daha fazla bir şey söylemedim. Israr etsem de onu zaten bu yaşananlardan çok korkutamazdım. Artık ne olacağını kestiremiyordum ama iki kişinin bildiği şeylerin sır olarak kalmayacağını biliyordum. Behram'ı çok olmasa da tanıyordum ve Gazel’le aralarındaki engelin hayat tarzları değil de söylediği yalan olduğunu düşünüyordum.

Ders saatim yaklaştığında Gazel’e veda edip evden ayrıldım. Metroya binip kısa bir yolculuktan sonra indim ve kurs binasına doğru yürümeye başladım. Az sonra Hazer'i göreceğimi bilmek kalbimi tatlı bir telaşa sürüklüyor, ellerimi heyecanla titretiyordu. Hazer iki aydır hayatımdaydı, bu iki ayın neredeyse her günü onu görmüştüm ama hâlâ onu görmeden önce ilk kez dans etmeye çıkıyormuş gibi heyecanlanıyordum.

Sokağın köşesini döndüm ve parmak uçlarımda yürüyerek dans binasına ilerledim. Kaldırım kenarında Hazer'in arabasını ararken bakışlarım tanıdık bir yüze takıldı ve bacaklarım ilerlemeyi kesti. Nazım Bey, kaldırımın karşısında durmuş, elinde bir saksı çiçekle bana bakıyordu.

Sorgulamama gerek yoktu, buraya benim için geldiğini biliyordum. Elindeki saksıyı bana getirmişti, benimle tekrar konuşmak isteyecekti ama buna izin veremezdim. Saksıyı almak, onun iltifatlarını dinlemek istemiyordum. Bir anlık telaşla arkamı döndüm ve geldiğim yolu hızlıca yürümeye başlarken onun da hareketlendiğini duydum.

Hızlıca az önceki sokağa girdiğimde adım seslerinin yaklaştığını fark ettim ve bana dokunmasından endişe ederek olduğum yerde ona doğru döndüm. "Rica ediyorum, daha fazla yaklaşmayın."

Derin bir nefes alarak isteğime saygı duydu ve bir adım kadar geriledi. Onunla konuşmak istemiyordum; bir erkekle konuşmak, iltifatlarını dinlemek istemiyordum. Kendimi rahatsız hissediyordum. Hazer vardı, başkası olamazdı.

"Safir, senin için geldiğimi anlamış olmalısın."

Ellerimi ovaladım. "Zahmet etmişsiniz çünkü sizinle konuşmak istemiyorum."

Beni izlerken, "Bir ilişkin yok," dedi. "Şansımı denemek istiyorum. Neden bu kadar karşı çıkıyorsun ki?"

Onu incitmemek için oldukça kibar konuştum. "Duygularınıza karşılık veremem."

Gözleri huzursuz bir duyguyla gölgelendi. Doğru kelimeler arıyormuş gibi duraksadı. "Bunu beni tanımadan bilemezsin Safir. Bir randevuya çıkalım, sohbet ettiğimizde belki sen de benden hoşlanırsın."

Hoşlanmam.

Bir erkek bana ilk kez böyle şeyler söylüyor, cesur davranıyordu ama bundan etkilenmiyor, aksine rahatsızlık duyuyordum. Nazım’ın duygularına asla karşılık vermeyeceğimi biliyordum. "Sizinle bir randevuya çıkamam. Lütfen kırılmayın ama sizinle vakit geçirmek istemiyorum."

Başını eğdi, elindeki saksıya baktı, çiçekleri izledikten sonra gözlerini tekrardan kaldırıp bana baktı. Üzgün ve aynı zamanda öfkeli görünüyordu. Elindeki saksıyı bana uzattı. "Bunu al öyleyse."

Hayır, ikinci kez olmazdı. Ondan bir kez daha çiçek kabul etmek ona açık bir kapı bırakmak gibi olacaktı ve bunu yapamazdım. Hem Hazer görürse bunu nasıl açıklardım? Soracağını biliyordum. "Alamam. Size, bana bir daha çiçek getirmemenizi söylemiştim Nazım Bey."

"Sen anlamıyorsun galiba Mila, vazgeçmeyeceğim."

Bu cümle beni ürküttü, kalbimi kastı ve dilimin ucundaki kelimeleri yaktı. Dudaklarım onu sertçe uyarmak için aralandığı esnada bir arabanın, tekerlekleri yere sürterek durduğunu işittim ve başımı çevirip yanıma baktım. Arka koltuğun kapısı açıldı ve Hazer dışarıya çıktı.

Kendimi bu tesadüfün yaşanmamış olmasını dilerken buldum ve kaskatı kesilerek Hazer'in yüzüne baktım. Çenesi atkının içinde kalmıştı; gergin olduğunu, dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdığında anladım. Bakışları yüzümdeydi, sanırım ifademi tartıyordu. Onu görmenin mutluluğuyla hafifçe tebessüm ettiğimde büyük bir adım atarak kaldırıma çıktı ve dibime kadar girerek, "Merhaba güzelim," diye fısıldadı. Sesi boğuk çıkmıştı. Uzandı, işaretparmağıyla kirpiğimin üzerine düşen saç telini kulağımın arkasına yerleştirdi. "Çok üşümüş görünüyorsun, arabaya geç sen. Ben ilgilenirim."

Onu Nazım’la bırakıp gitme düşüncesi bana iyi hissettirmiyordu. "Nazım Bey’le konuşmamız bitmişti zaten, arabaya beraber geçelim..."

"Nazım Bey mi?" Henüz Hazer'e kurduğum cümle bitmemişti ki Nazım'ın sesini duydum ve Hazer'in gözlerindeki rengin koyulaştığını gördüm. Başını çevirip Nazım'a tarafa baktığında kalbim küt küt atmaya başladı. "Az önce Nazım diyordun. Hani beyi atmıştık Safir?"

Aman Tanrım, resmen yalan söylüyordu. Ona hep aynı şekilde hitap etmiş, bir kez bile bu sınırı aşmamıştım ama o resmen Hazer'in yanlış anlaması için yalan söylüyordu. O kadar şaşırdım ki dönüp bunu yalanlayamadan Hazer'in Nazım'a doğru sert bir adım attığını gördüm. Dizlerim titriyordu; düşünmeden, hesap etmeden Hazer'in ceketinin uçlarına yapıştım.

"Akşam sekizde," dedi Hazer sadece, sesindeki sert tavır etrafımdaki aydınlığı ters düz ederek karanlığa çevirdi.

Nazım'ın dudaklarında sabırsız bir gülümseme peyda oldu. "Adresi mesaj atarım."

Hazer bir nefes alarak gözlerini çevirip bana, sonrasında ceketinin uçlarındaki parmaklarıma baktı ve beni yatıştırmak ister gibi hafifçe gülümsedi. Zihnimde, onların karşılıklı olarak kurdukları kelimeler gezinirken Nazım eğildi ve elindeki saksıyı kaldırımın kenarına bırakarak doğruldu. "Bunları da sana aldığım diğer çiçeklerin yanına koymanı ümit ediyorum Safir."

Arkasını dönüp uzaklaştığında Hazer'in dudaklarının arasından tuhaf bir ses çıktı ve hiç ummadığım bir şey yaptı. Bacağını kaldırdı, ayağını ileri uzattığında saksıyı devireceğini anladım. Yeniden ceketinin ucuna asılıp onu durdururken, "Lütfen," diye fısıldadım. "Onlar yalnızca çiçek."

Durdu ve kaldırımdan inerek bakışlarını bana çevirdi. O esnada eğilip saksıyı avuçlarımın arasına aldım ve üzülerek ona baktım.

"Bu çiçekleri alıp evine mi götüreceksin?"

Tanrım, bu onu incitiyor muydu? Öfkesi bu yüzden miydi? Onu asla bilerek incitmezdim ama çiçekleri de bırakamazdım. "Saksıyı kıracak mıydın?" dedim inanamayarak. "Görmüyor musun, içinde çiçekler var. Bunu yapmayı düşündüğüne inanamıyorum."

"Ben de senin o saksıyı alıp evine götüreceğine inanamıyorum! N'olur almasan ha, n'olur! Çiçekler romantik şeyler tamam mı? Ne gereği var yani şimdi..."

Soluk soluğa kalmıştı. Nefes bile almadan, hızlıca sıralıyordu cümlelerini. Ne yapacağımı bilemiyor, doğru kelimeleri hiç bulamıyordum.

"Evdeki o saksıyı da kırmak istedin mi?"

Sesi pürüzlüydü. "Belki."

Ayağa kalktım ve bir şey diyemeden arabaya ilerledim. Şoför koltuğunun yanında durarak kapıyı araladım ve Kerem'in şaşkın bakışları arasında elimdeki saksıyı ona uzattım. "Bu çiçekleri sana versem bakar mısın?”

“Aa… Tabii.”

Gülümseyerek kapının önünden ayrıldım ve yere eğilip kargaşa esnasında düşen atkımı aldım. Atkıyı boynuma dolarken Hazer'in bana doğru bir adım attığını hissettim ve mırıldandım. "Derste görüşürüz."

Ellerimi ceplerime yerleştirerek kaldırımda ilerlemeye başladığımda ona sırt çevirmiş olmak kalbimi huzursuz etti ve omuzlarım düştü. Bu yaşadığımızın ne olduğunu bilmiyordum ama... bir daha yaşamak istemiyordum. Köşeyi döndüm ve onun görüş açısından çıktığımda sırtımı arkamdaki duvara yaslayarak bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Kar kristalleri yavaşça süzülüyor, kimisi yüzüme konuyordu. Gözlerimi bir an için yumarken yüzümde eriyen kar tanesini hissettim. Tanrım, diye düşündüm içimden. Söylediklerimle onu incitmektense ömür boyu dilsiz kalmak isterim. Şayet o beni incitecekse duymamak için ömür boyu sağır kalmak isterim.

"Baba, Hazer bana küstü galiba. Beni hiç aramıyor."

Fısıltım dudaklarımın arasından dökülürken nefesim süzülerek pencereyi buğuladı. Kollarım, sarılacak başka kimsem olmadığı için kendime sarılmıştı ve güneşi görse bile açamayan bir çiçek gibi hüzünle oturuyordum.

Evimde, salonumdaydım. İçerisi çok şükür ki sıcaktı, ışık yanıyordu. Gazel dakikalar önce uyuyakalmıştı. Dün sabahtan beri bu evdeydi, geceyi beraber geçirmiştik ama bir türlü Gazel'in keyfini yerine getirememiştim; üstelik ben de keyifsizdim. Dün olanlar beni üzmüştü. Dersten sonra Hazer’le hiç görüşmemiştik. Bugün dersim yoktu; sadece sahafa gitmiş, mesaim bittiğinde eve gelmiştim.

Onu yirmi dört saatten uzun bir süredir görmüyordum.

Bana mesaj atmamış veya aramamıştı. Ben de onu aramamış, mesaj atmamıştım ama şimdi... burada böyle oturmuş yıldızları izlerken biri elindeki bıçağı kalbimin üzerine sürtüp sürtüp geri çekiyormuş gibi hissediyordum. 

Bakışlarım gökyüzündeki en iri yıldıza odaklıyken, "Yüreğim çok buruk," diye fısıldadım. "Baba bana ne oluyor? Niye onu görmediğim için yüreğim burkuluyor?"

Derin bir iç çekerek parmağımı cama yasladım ve bir kalple, o kalbe doğru uçan bir kelebek çizdim.

"Fazla mı tepki verdim? Aslında birbirimize bağırmadık, incitici hiçbir şey söylemedik ama bozuştuk sanki, öyle hissettim." Dudaklarımı ısırdım. "Gece onu yine rüyamda gördüm, bana gülümsüyordu. Harika bir rüyaydı padre[2]. Ama uyanınca çok utandım çünkü rüyamda şey..." 

Yanaklarım kızararak sustum ve çizdiğim kelebekle kalbe baktım. Ah, ne hüzünlü bir geceydi. Yılbaşı’ydı, insanlar yeni yıla mutlu girerken ben üzgün giriyordum.

Hazer’in yanına gitsem... Evinde midir acaba?

Artık on beş yaşında bir kız değildim; kararlar verip onları uygulayabilirdim. İnsanlar tartışabilir, sonra oturup konuşarak sorunu çözebilirdi. Gazel'in üzerindeki battaniyeyi daha sıkı örtüp yanağına bir öpücük kondurduktan sonra montumu aldım. Üzerimde beyaz bir kazakla, siyah pantolon vardı. Montumu üzerime geçirdikten sonra atkıma sarındım ve sokak kapısına yürüdüm. Kapıyı arkamdan kapatarak kilitledim ve emin adımlarla bahçe kapısına yürüdüm. Karanlıkta etrafı seçmek zor olsa da çıktım ve kapıyı ardımdan sessizce örtüp başımı kaldırdığımda...

O yüzle, o güzel gözlerle karşılaştım. Sokağın karşısında, arabasının önündeydi. İlk önce gerçekliğine inanamadım ama şu acılar içindeki dünya etrafımda dönmeye başladığında ve Hazer'in yutkunan boğazını gördüğümde içim sıcacık oldu.

İlk önce hangimiz davrandık bilmiyorum ama ikimiz de bir anda yerimizden hareketlendik ve iki kalp atışı kadar bir süre sonra karanlık sokağın ortasında buluştuğumuzda ellerim, varlığını teyit etmek için titreyerek omuzlarına yerleşti. Hazer'in gözleri kapandı ve omuzlarının üzerindeki karlar parmaklarımın altında eridi.

"Hazer, Hazer, Hazer... Buraya kadar gelmişsin ama niye girmedin içeri? Üşümüşsün."

"Beni içeriye alır mıydın?"

Hızlıca kafamı salladım. "Başımın üzerinde yerin var."

Yanaklarım kızarırken Hazer gözlerini açtı ve ellerini tereddütle bana uzattı. Benden onay beklediğini gördüğümde başımı salladım. Ondan gelecek her şeyi kabul edebilirdim.  Hazer ellerini belimin iki yanına yerleştirdi. Kibar, ölçülü bir tutuştu. "Senin de benim başımın üzerinde yerin var."

Kıkırdadım. "Öyle deme, başının üzerine çıkarım görürsün."

Rahatlamış gibi derin bir nefes alarak yüzüme eğildiğinde üşümüş nefesi tenimi okşadı ve kalbim derin bir rahatlamayla gevşedi. "Bir yere mi gidiyordun?" diye sordu.

Yanaklarımı biraz daha kızartacak bir hamle yaparak, “Sana geliyordum,” diye fısıldadım, ona bir sır veriyormuş gibi. "Ama bir baktım ki... sen bana gelmişsin."

Hazer'in gözlerinde, susamış bir adamın bakışları belirdi. Ellerim omuzlarını okşarken, "Seni yorar mıyım hiç?" diye fısıldadı ve derin bir nefes alarak belimdeki ellerini biraz daha sıktı. " Gelirim tabii."

İyi ki gelmişti. Hazer'in kirpiğine bir kar tanesi düştüğünde, "Bana şefkat duyuyorsun galiba?" dedim.

Uzanıp kirpiğinin üzerindeki kar tanesini alırken Hazer'in hem temasım hem de sorumla afalladığını hissettim. Parmağımı kirpiğinden çekerken, "Bunu nasıl anladın?" diye sordu.

"Bana uzanırken… ellerin titriyor."

Bir an irkildi ve gözlerini çevirip belimdeki ellerine baktı. Parmakları tereddütlü, ürkek davranıyordu ama aslında cesur olduğunu da biliyordum. "Sen öylesin bir şeysin ki... Masumiyetle, dile düşmez o duygular arasında sarsıyorsun beni."

Kollarının arasında, bana fısıldadığı cümlenin etkisiyle sarsıldığımda Hazer üşüdüğümü düşünmüş olmalı ki elinin birini sırtıma yasladı ve montumun üzerinden okşadı. "Şşt," dedi yatıştırıcı bir sesle. "Güneş üşür mü hiç?"

Gece Yarısı Güneşi.

Dudaklarım kıvrıldığında, bakışları gözlerimden inip yüzümün aşağısında oyalandı ve gözleri saniyeler içinde koyulaştı. Omuzlarından avuçiçlerime yayılan sıcaklığı hissederek dudaklarımı ıslattığımda Hazer yüzünü sertçe sol tarafa çevirerek montumu sıktı. "Safir, Safir..."

"Bana kızgınlığın geçti mi?"

"Kızgınlık değildi bu Mila. Ben... Nazım'dan hazzetmiyorum ve seni hoşgörüsüz ne kadar insan varsa hepsinden korurum. Nazım da tam olarak öyle biri, üstelik..."

Cümlesini tamamlamadan sustuğu için, "Üstelik?" dedim onu teşvik ederek.

Hazer bakışlarını özellikle bana çevirmiyor, kaçırıyor gibiydi. "O benden daha genç," dedi zar zor duyulan bir sesle. Öyle ki ilk önce yanlış duyduğumu bile düşündüm. "Yaşı senin yaşına da daha yakın... Niye böyleyse zaten?"

Söylediklerini kafamda toparlamaya çalışırken Hazer yüzünü biraz daha çevirdi ve o zaman gözlerim garip bir şeye denk geldi. Dudaklarım öylece aralıklı kalırken Hazer'in kemikli yüzü sertleşti ve ben parmak uçlarımda yükselirken alnını kırıştırdı. Karanlıkta fark edilmiyordu ama sokak lambasının ışığı yüzüne vurduğunda elmacıkkemiğindeki o darbe izi belirginleşmişti.

"Yumruk yemişsin," diye fısıldadım hayret içinde. "Kim yaptı? Bunu kim yaptı Hazer? Kim yaptıysa eli kırılsın..." Duraksadım. "Şey, eli kırılmasın tabii ama... Acıyor mu Hazer? Çok acıyor mu?"

Han bakışlarını yavaşça bana çevirdi ve buruşturduğum yüzüme bakarken dudaklarından neredeyse bir gülümseme geçti. "Canım acıdı diye… evham mı yaptın sen?"

"Burada bekle," diye rica ettim ve geriledim. Hazer'in belimdeki eli mecburi şekilde uzaklaşırken, "Merhem alıp hemen döneceğim," diye devam ettim ve ona konuşma fırsatı vermeden koşmaya başladım.

Eve vardığımda doğrudan salona girdim ve Gazel için aldığımız merhemi yer yatağının üzerinden aldım. Vakit kaybetmeden kendimi dışarıya attım. Doğrudan sokağa koşuyordum ki bahçedeki hareketlilik ilgimi çekti ve bakışlarım oraya çevrildi.

Hazer bahçeye girmiş, yerden kar topluyordu.

Endişelerim anında yatıştı ve sakin adımlarla onun yanına ilerledim. Hazer de bu sırada karları toplamış, doğrularak bana dönmüştü. Karları iki elinin içinde sıkarken, bana doğru bir adım attı ve yapacağı şeyi anladığımda kafamı iki yana doğru salladım. Sırıttı. "Hazer yüzüm çok üşüyor, atma lütfen..."

Duraksadı ve ardından eğildiğinde karı yere bırakacağını anlayarak sinsice gülümsedim. Yüzüm aşırı üşümüyordu ama kar atmaması için öyle demiştim. Şımarıklığımdan utanarak gülümserken Hazer doğruldu ve avcundaki karları suratıma fırlattı.

"Hazer!"

Boğazdan gelen gülme sesini benim bağırışım takip etti. Kar taneleri yüzümde dağıldı ve bir kısmı yere düşerken bir kısmı yüzümde kaldı. Titreyen elimi yüzüme götürüp kar tanelerini silerken kızgın görünmeye çalıştım ama benimle eğlenirken öyle mesut görünüyordu ki onu kırmak istemedim. Kızararak gülümsedim ve yanına yürüdüm. "Ellerin üşüyecek bak şimdi," dedim çıplak ellerle karı aldığı için. "Eve geçelim de ısın istersen?"

"Beni eve mi atıyorsun?"

"Aaa, edepsiz!"

Gülme sesi bir daha çıktığında kabalık olmaması için huysuzlanmadım ve o beni izlerken merhemi kutusundan çıkardım. Bir parça merhemi parmak ucuma aldım ve uzanıp yarasına dokundurdum. Kolaylık olması için yüzünü eğdiğinde aramızdaki mesafenin kısalmasıyla dünya etrafımda dönmeye başladı.

Hazer aramızdaki yoğunluğun geçmesi için ondan uzaklaşmama müsaade etti ve bana sırtını çevirip etrafına bakındı. Saçlarımı parmaklarımın arasına daldırdım ve uzun, büyük siluetini izledim. Hazer gerçekten kalıplı bir adamdı ama kaba ya da iri durmuyordu. O elini ensesine atarak saçlarını karıştırırken ne kadar estetik ve nazik göründüğünü düşünüyordum. Hayatımın bir yerinde olan erkekler hep fevriydi, dışarıda erkeklerin sürekli küfrettiğini, kaba şeyler söylediğini görüyordum. Hazer bazı anlar dışında sakin, vakur, dingin bir adamdı ve bu bana huzur veriyordu.

"Balerinim?" Sesi âdeta elimden tutup beni düşüncelerimin içinden çekip aldı. "Üşüdün mü?"

Üşüdüm dersem eve girmemi isterdi ve o da kendi evine giderdi. Bu yüzden, "Çok değil," dedim.

Yanına yaklaştığımda bana göz kırptı ve tek dizinin üzerine eğilerek yerden kar toplamaya başladı. İlk an karları alıp tekrardan suratıma atacağını düşündüm ama bunun yerine topladığı karları yerde sürükleyerek bir top haline getirmeye başladı. Sürüklediği karlar birleşip iri bir top haline geldiğinde, "Eee," dedi. Soğuktan burnu kızarmıştı. "Balerinim kardan adam yapmama yardım etmeyecek mi?"

Biraz kar almak için uzandım ama Hazer, "Dur," diyerek dikkatimi çekti ve bakışlarına karşılık vermekten başka çarem kalmadı. Cebinden çıkardığı siyah eldivenleri bana uzattı. "Giy bunları da üşümesin ellerin."

Çekinerek eldivenleri aldım. "Gracias."

Eldivenleri onun giymesini istesem kabul etmeyip giymemde ısrarcı olacağını biliyordum, bu yüzden üstelemedim. Eldivenleri giydim ama biraz büyük geldiği için ellerimin haline güldüm. Hazer ellerime baktı ve dudağının kenarı kıvrıldı. Yemin ederim ki neredeyse elimi kaldırıp gülümsemesine dokunacaktım ama parmaklarımı sıkarak buna güçlükle mâni oldum.

Önüme dönüp karları avuçladım ve yerde yuvarlayarak irileştirmeye çalıştım. Hazer büyüttüğü karı yere sabitlemişti ve sanırım benim büyüttüğüm karı da onun üzerine koyacaktı. Kartopunu azimle büyütürken çok keyif alıyor, sık sık Hazer'e bakıp gülümsüyordum. Yirmi sekiz yaşındaydı ve yaşı benim için hiç sorun değildi ama bazen benim yaşımı, yaşımın sebep olduğu çocuksu tavırları kusur olarak görmesinden çok korkuyordum. Ama bana eşlik edip kartopu yuvarladığını gördüğümde tüm şüphelerim silinmişti.

Büyüttüğüm kartopunu ellerim ve kollarımın yardımıyla kaldırarak onun kartopunun üzerine koyduğumda, Hazer tek dizinin üzerinde yerdeydi ve dikkatle bana bakıyordu. Ben parmaklarımla, kartopuna şekil vermeye çalışırken, "Safir," dedi Hazer aniden. Sesi tereddüt içindeydi. "Kaç... Kaç yaşındaydın?"

Yüzümü başka tarafa çevirerek bana yabancı gibi gelen bir sesle fısıldadım: "Beş... Sadece beş yaşındaydım."

Bu sorunun geleceğini biliyordum, babamın intiharıyla ilgili daha fazla şey öğrenmek istiyordu ama ben bu acıyı dile getiremiyordum ki. "Çok küçükmüşsün," diye fısıldadığında babamın bana son kez attığı bakışlar gözümün önüne geldi ve beş yaşından beri göğsümde taşıdığım yarabandını kana buladı. "O zaman yanında olmak isterdim."

O zamanlar yanımda olsaydın şekerlerle kandırılmazdım.

O kadar kötü zamanlardı ki şimdi bahsini açmak bile gözlerimi doldurmuştu. Nabzımın hızlandığını hissettim ve bütün dünyanın üzerinde yanan tek deniz benmiş gibi kendimi yalnız, çaresiz hissettim. "O zaman sen on iki yaşında mıydın?"

"Evet, on iki yaşındaydım."

Kibarca gülümsedim. "Ben sana abi derdim o zaman."

"Abi mi?" Gerildiğini hissettim. "Bir de yaşlısın de istersen..."

Babamı biraz daha düşünürsem hıçkırıklara boğulur, bir deniz içimde kuruyana kadar ağlardım. Bu yüzden acımı düşünmemeye çalışarak biraz daha kar aldım. Fakat Hazer'i tatmin etmeyen bir şeyler olmalıydı ki tereddüt ederek konuşmaya devam etti. "Bunu neden yaptı Safir?"

Çünkü kızına rağmen aşkının onu öldürmesine engel olamamıştı.

Henüz benim bile kabul edemediğim bu acımasız gerçeği onunla paylaşamadım. "Kabalık olarak görme ama... bunu söyleyemem."

Annemin sayısız adamla birlikte olduğunu ve babamın buna dayanamadığını sana anlatamam...

"Çok korkmuş muydun?"

"Anlamamıştım ki," diye fısıldadım, bakışlarım boşluğa dalarken. "Koridor çok karanlıktı, oturma odasına geçmek için babamı çağırmıştım ama gelip beni almamıştı. Benimle oyun oynadığını düşündüm çünkü tek arkadaşım babamdı. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde babamı yu... yukarıda gördüm, iskemle yere devrilmişti. Yine de hiçbir şey anlamamıştım. Çünkü... gözleri açıktı Hazer ve bomboş baksa da bana bakıyordu. Oyun sandım, onu oradan indirebileceğimi sandım..." Sertçe dudaklarımı ısırdım. "Çocuktum, oyununa eşlik ederek onu oradan indirmeye çalıştım ama inmedi. Babama oyunu fazla uzattığı için biraz küstüm ve ayaklarının altında uyuyakaldım. Dünyada... her şeyi ama her şeyi unutsam da babamın bana bakan o bomboş gözlerini unutmam."

Hazer'in nefesi kesilmişti. İntiharı oyun sanan bir kız çocuğunun hangi kelimelerle teselli edileceğini bilememişti belki de. Aramızdaki sessizlik o konuşana kadar sürdü.

"Acını haykırırken bile sesinden, duruşundan, titreyen ellerinden kibarlık akıyor. Sen... nasıl bir şeysin böyle Mila?"

Burukça tebessüm ettim ve teşekkür bile etmeden eğilip yerden kar toplamaya başladım. Hazer üstüme gelmedi, daha fazla bir şey sormadı ve ben kardan adamı tamamlarken benden uzaklaşarak bahçenin diğer tarafında sigara yaktı. Kardan adamı yaparken onu ve hareketlerini izledim. Parmaklarıyla bahçenin demirini kavradı ve demiri o kadar sıktı ki bir an demiri kırabileceğini bile düşündüm.

Altında kaldığı bir şeyle baş etmeye çalışıyor gibiydi.

Yapma, baş etmeye çalışma. Çünkü bazen olmaz, baş edilmez... Çünkü bazen acılarımız duygularımızdan daha güçlüdür.

Cebimde bir titreme hissedince telefonumu çıkardım ve ekranıma düşen bildirime baktım.

Gönderen: 053• ••• •• ••

Safirciğim, ben Bahar Teyzen kuzucuğum. Numaranı Hazer'den istedim. Lütfen ona kızma, çok ısrar ettiğim için vermek durumunda kaldı. Hayırlı akşamlar diler, yeni yılını kutlarım güzel kızım. Mesajımı mazur gör, dilerim rahatsız etmemişimdir.

Güzel geceler.

Şaşkınlığım geçtiğinde yeni yılımı kutlama nezaketi gösterdiği için minnetle doldum. Kendimden habersizce gülümserken rehbere girerek numarayı kaydettikten sonra mesaj yazdım.

Gönderilen: Bahar Teyze.

Merhaba. Elbette mesajınız beni rahatsız etmedi, aksine çok mutlu etti. Çok teşekkür ederim, sizin de yeni yılınızı kutluyorum. Hoşça kalın.

Annesi öyle kibar bir kadındı ki Hazer'in bu kadar ince düşünceli olması beni şaşırtmıyordu. Telefonu cebime koyarken ister istemez kendi annemi düşündüm. Annem değil yılbaşında, doğum günlerimde bile beni aramaz, görmek istemezdi. Doğrusu doğum günümü hatırladığını bile düşünmüyordum.

"Biriyle mi konuştun?" Hazer'in sesi yakınımdan geliyordu. Ellerimi önümdeki kardan adama yasladım. "Annen," dediğimde Hazer'in kaşları çatıldı. "Yeni yılımı kutlamak için mesaj atmış."

Hazer gözlerini devirdi. "Annem de seni sevdi."

Gözlerimi kırpıştırdım. "De?"

Ayışığı, bakışlarını bir hançer gibi delip geçti ve Hazer bir an tutuklu kaldıktan sonra yavaşça konuştu. "Mustafa Kemal de sevdi, onu diyorum."

Önüme döndüğümde Hazer arkamda durdu ve kardan adamı izledi. Yere eğildim ve büyük bir kartopu daha yaptım. Onu da diğer iki kartopunun üzerine koyarak düzelttim ve gerçek bir kafa görünümü vermeye çalıştım. Hareket ettiğim için atkım düşüyor, Hazer uzanıp düzeltiyordu. Üçüncü kez atkım düştüğünde ve Hazer tereddütle uzanıp üçüncü kez omzuma koyduğunda yüzümü okşayan rüzgârın bile hissettiğim sıcaklıkla yandığını düşünerek ona gülümsedim.

"Teşekkür ederim."

"Teşekkür etmene gerek yok."

Önüme tekrar döndüğümde kardan adamı tamamlamak için göz, ağız, burun yapmaya çalıştım. Bunlar için zeytinle havuca ihtiyacım vardı ama yanımda bunlar olmadığı için parmaklarımla çizmeye çalıştım ve yapabildiğimin en iyisini yaparak kardan adamı tamamladım.

Saçlarımı yüzümden alırken dönüp ona baktım ve kollarımda, küçüklüğümden daha ağır bir hissi taşımaya başladım. Dilimin ucundaki kelimeler kâğıt gibi yandı ve zaman etrafımda aksa da benim için dondu. Hazer pürdikkat kardan adama bakarken ona doğru bir adım attım ve elimi kaldırıp gözünün önüne salladım. Hiçbir tepki göstermeden bakışlarını bana çevirdi ve aklımın ucundan geçmeyecek bir şey söyledi.

"Dizlerine yatabilir miyim?"

Neredeyse bir dakika kadar donup kaldım ve gözlerine bakarken Hazer'in alnından soğuk terler aktığını gördüm. Yüzünde, benimki kadar afallamış bir ifade vardı ama geri adım atmıyordu. Başını dizlerime bırakıp öylece yatmaktan bahsediyordu ama kalben, ruhen bu yakınlığı nasıl kabul edeceğimi bilemiyordum. Ellerimi sıkıca birbirine bağladıktan sonra ona arkamı döndüm ve eve doğru yürüdüm.

"Eve girelim."

Koridorun lambasını yakarak Gazel'in yattığı değil de diğer odaya yöneldim ve kapıyı açıp içeri girdim. Oda bomboştu, oturacak hiçbir şey yoktu ama ayışığını öyle güzel alıyordu ki iyi hissettiriyordu. Hazer de arkamdan odaya girdiğinde karanlıktan korktuğumu bildiğinden olsa gerek elini düğmeye götürerek açtı ama tavanda bir lamba yoktu. "Hay aksi," diye mırıldandı.

Bu oda sıcak değildi ama beni sıcak bastığı için önce atkımı, sonra montumu çıkarıp yere serdim ve o montun üzerine oturdum. Hazer karanlığı dert etmediğimi anlamış olmalıydı ki içeriye girdi ve atkısıyla montunu çıkararak yanıma oturdu. Bağdaş kurarak ellerimi dizlerimin arasına koyduğumda, "İçerinin ışığı yanıyor," dedi sessizce. "Neden orada oturmuyorsun?"

"Oturma odasında Gazel var."

"Doğru." Hazer 'in ses tonu bir anda değişti. "Behram bir şeylerden bahsetti."

"Onu uyandırmak istemem," dedim ve çok heyecanlı olduğum için önüne geçemediğim bir pervasızlık yapıverdim. "Hem onun yanındayken seninle flört edemem..."

Cümlem biter bitmez odayı şaşkın bir homurtu ve zarif bir gülme sesi doldurdu. Pervasızlığımdan çok gülüşündeki zarafetin gönlüme ılık bir esinti gibi misafir oluşuyla ilgilendim ve bu gece ikinci kez gülüşüne dokunmak istedim.

"Şapşal."

"Despot."

Yanağımı soğuk duvara yaslayarak kalın damarlı bileğindeki iplere bakarken camda bir ışık huzmesinin parladığını gördüm ve odanın içindeki aydınlanmayla beraber başımı çevirdim. Bir havai fişek patlamış ve gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuştu.

"Beyaz senin rengin. Kazağın da çok hoş." Hazer'in mest edici sesini duyarak heyecanlandım ama yıldızlara bakmaktan vazgeçmedim. "Ama sanki... yakan çok boş gibi."

Başını kaldırdığında gözlerimiz camdaki yansımalarımızda kesişti ve kalbime kan taşıyan damarlar zavallı bir hisle sıkıştı. "Müsaade et," dedi ve saçlarıma uzandı. "Şu tarafa çekeyim saçlarını."

Saçlarımı nazikçe tuttu ve sol omzumda topladı. Artık yıldızları değil, onun camdaki yansımasını izliyor, acı çekiyormuş gibi güçlükle nefes alıyordum. Hazer ellerini çekti ve bir anlık hareketten sonra parmakları tekrardan bakış açıma girdi. "Seni çiftliğe götürdüğüm günün gecesinde yanıma gelip bana ne çizdiğimi sormuştun, hatırlıyor musun?" Güneşi aya kavuşturmayan şu dünya, denizle karayı birleştiriyordu sanki. "Bir balerin çiziyordum, sabahına o çizimi tamamladım. Tanıdığım bir kuyumcu var, çizimi ona verdim ve ona benim için bir kolye yapmasını rica ettim. Doğrusu senin için ama tabii kuyumcunun bundan haberi yok. O çizimi senden ilham alarak çizdim..." Duraksayarak konuşuyordu. Yutkundu. "Sen benim ilham perimsin."

İlham perim, demişti. Benim için özel bir kolye yaptırmıştı, bu kolyenin eşi benzeri yoktu. Gri gözlerimi gerdanıma indirdim ve kolyeye baktım. Zinciri altın sarısıydı, ucunda bir balerin vardı ve o da zincirle aynı renkteydi. Kolları yukarıya doğru kalkmış, bacakları zarafetle kıvrılmış, ince, uzun bir balerindi. Ayaklarında pointleri bile vardı. Kolye muazzamdı ve bu... bendim.

"Hazer... bu çok güzel. Ağlatacaksın beni."

"Ağlama. Gülümse diye aldım."

Dönüp onunla göz göze geldim. Tepkimin ne olacağını kestiremediğinden olsa gerek kaygılanmıştı ama onun güzel yüzünde kaygıyı görmek yalnızca yüreğimi burkardı. Çok mutlu olmuştum. Benim için böyle güzel şeyler düşünmesi o kadar hoştu ki kanatlarım ne kadar yanarsa yansın ona uçmak istedim. Amber gözleri, titreyen yüreğimi görür gibiydi. Büyük bir dikkatle tepkilerimi izlerken dudaklarımı kıvırdım ve istediği gibi ona gülümsedim. "Bana yaslanayım diye omzunu verdin... Daha fazlasını istemeye hakkım yok belki ama... isteyeceğim. Hazer, beni bırakma, olur mu?"

Dünya ne yaparsa yapsın Ay, Güneş’in etrafında dönerdi, bu yüzden artık kafamı çevirdiğim her yerde onu görmek beni şaşırtmıyordu; hatta böyle olmasını istiyordum. Bana Güneş diyordu, o zaman Ay olup etrafımda dönmeye mahkûmdu. Beni bırakmasını istemiyordum.

Hazer'in gözleri büyüdü ve havai fişekler patlayarak gökyüzünün derinliklerinde kayboldu. O Ay’dı ve Güneş’in etrafında dönüyordu ama... biri doğduğunda öteki batmaya mecburdu. Ay ve Güneş birbirinin etrafında dönmeye mecbur olsa da düzen onları kavuşturmazdı.

"Senin beni bırakmayı istemenden korkuyorum," diye fısıldadı ve başka hiçbir şey demeden bakışlarını çekti.

Neden böyle demişti ki? Bunun için bir sebebim yoktu. Çok heyecanlandığını ve telaşlandığını anladığımda tecrübesiz bir adam olduğunu düşündüm ama yirmi sekiz yaşında olduğunu hatırladım. Yeni yıla, birbirimizin gözlerinin içine bakarak girdik ve onun benden dilediği şeyi gerçekleştirmek için geriye çekildim. Hazer de benimle aynı anda geriye çekildi ve ben bacaklarımı ileriye uzatırken beni izledi. Elimi dizimin üzerine koydum. Tebessüm ettim.

"Dizimde yatmak istemiştin..."

Bir dizime, bir suratıma baktıktan sonra kafasını salladı. "Kabul edeceğini düşünmemiştim, sadece şansımı denemiştim."

Elimi yavaşça dizime vurdum.

Hazer'in omuzları gerildiğinde kaşe paltosunu çıplak zemine serdi ve benimle tekrar göz teması kurmadan uzandı. Başı yavaşça dizlerimin üzerine yerleştiğinde kafasının ağırlığını ve sıcaklığını hissettim. Sırtı bana dönük şekilde yattığı için yüzünü değil de başını görebildiğimden gür, siyah saçlarını izliyordum. Ellerim öylece kazağımda kalmıştı ve hâlâ başının dizlerimde olduğuna inanamıyordum. Bacaklarını kendine çekmiş, ellerini de dizlerinin arasına yaslamıştı ve omuzları kaskatıydı. Vücudumu serbest bıraktım ve elimi götürüp parmaklarımla gri kazağının üzerinden omzunu okşadım.

Dönüp pencereye baktım. Ay ne güzeldi, yıldızlar ne hoştu. Havai fişekler artık patlamıyordu ve şehrin kalabalığı içinde duyabildiğim en net şey, bizim şarkımızdı. Başımı tekrar önüme çevirdim ve kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atması karşısında hiçbir şey yapamadan saçlarını izledim.

Ben onu izlerken zamanın nasıl geçtiğini takip edemedim ama telefonumun ışığı yanıp söndüğünde ve bunu bir melodi takip ettiğinde kaşlarımı çatarak telefonuma uzandım. Leo'nun kaldığı yetimhane müdiresi arıyordu. Korku dolu bir hıçkırık ruhumda hapis kaldı ve parmaklarım aramayı yanıtlayarak telefonu kulağıma götürdü.

"Alo?"

"Şükür ki açtın!" dedi Müdire Hanım ve daha sakin bir ses tonuyla devam etti. "Özel bir gecede, uygunsuz bir saatte aramamı bağışla lütfen. Daha önce de aradım ama açmadın."

"Sorun değil."

"Sevindim tatlım. Fazla zamanını almayacağım. Sana yeni fark ettiğim bir şeyi söylemem gerekti. Leo'yu evlatlık isteyen bir aile olduğundan bahsetmiştim." Nefeslendi. "Geçen gün Leo'yu evlatlık isteyen kişinin, senin büyüdüğün yetimhanenin müdiresi olduğunu fark ettim…”

BÖLÜM SONU.